1919 yılında Bandırma'da
doğan Göksel, 1943 yılında İstanbul Üniversitesi'nden mezun oldu. 1950 yılında
Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde Genel Cerrahi Uzmanı, 1951-53 yıllarında
Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde, 1953-55 yıllarında Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi'nde Genel Cerrahi Başasistanlığı yaptı. 1956 yılında Üniversite
Doçenti oldu. 1956-60 yıllarında Amerika Birleşik Devleti Columbia
Üniversitesi'nde Kanser Cerrahisi ve Cerrahi Patoloji eğitimi gördü. Yurda
dönüşünde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Bölümüne Doçent
olarak girdi. 1961-65 yıllarında Ahmet Andiçen Kanser Hastanesi'nin kuruluş,
çalışma ve eğitimi ile görevlendirildi. 1965 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi
Genel Cerrahi Profesörü oldu. 1986 yılında isteği ile emekliye ayrılarak o
zaman Organ Nakli Hastanesi olan şimdiki Başkent Üniversitesi'ne geçti. 1984-88
yılları arasında Türk Tabipleri Birliği Yüksek Onur Kurulu Üyeliği de yaptı.
16 Nisan 1919 yılında Bandırma’da bir askeri hekimin
oğlu olarak doğar Hüsnü Göksel. Babasını doğduktan sonra uzun süre yanında
göremez. Tıpkı doğduğu yerden gelen ZİTO VENİZELOS* sesleriyle uzaklaştığı
gibi babası da Anadolu’dan gelen aynı seslerle Yunan adalarında başlayan esaret
günlerine başlar.
''Yunan bayrakları, Yunan askerleri vardı o kasabada, hüzün vardı ve sen
vardın. Mustafa Kemal Paşa idi adın ve o zaman Kemal Paşa olarak geçerdi dualar
arasında. Tek umut ışığı idin Kurtuluş için. Küçücük kafamın içinde kocaman bir
insandın sen, insanüstü idin, tek başına düşmanlara karşı dövüşüyordun.
Onları yenip esaretteki babamı getirecektin bana. Bu kadarcıktı beklentim
senden. Resmini görmemiştim ama biliyordum, duyuyordum, yüzün güzeldi. Öyle
olmasa şarkılar söylenir miydi güzelliğin için;
Dünyalara bedeldir mah cemalin
Allah’ıma emanettir Kemal’im, diye?
Kasabamızda Rumlar sadece Kemal derlerdi sana. Bir gün ben balkonda
oynarken bitişik balkondaki Rum komşu hanım, anneme seslenmişti
- Komşu, bizimkiler Kemal'i esir almışlar, yaralıymış...
Annem hiç yanıt vermeden elimden çekip içeri almıştı beni. Kemal Paşa da
esir olduğuna göre, demek babam dönmeyecekti artık. İçin için ağladığımı
anımsıyorum. Umarsızdım. Bütün gece dualar edilmişti senin sağlığın için, Allah’ıma
emanettin Kemal’im.''
Komutan mı?
Kaymakam mı? Derken babasının Türkiye’ye esirlikten kurtulup gelmesiyle fikrini
değiştirir. Silivri iskelesinde günlerce beklediği babasının gelmesiyle komutan
ve kaymakamın ona duyduğu saygı onu askeri hekim olmaya yönelir.
Babasının
tayini nedeniyle Erzincan’da ilkokula başlar. Sonrasında yine bir tayinle
Ankara’ya gelir. Hacettepe’yle tanışıklığı bugünlerde başlar. Hamamönü’ndeki
İnönü İlkokulu’nda 4.sınıfa kayıt olur. Ortaokula başladıktan sonra yine
babasının tayini çıkar ve yıllar sonra Kenan Evren Anadolu Lisesi ismini alacak
Kadıköy Ortaokulu’nda öğrenimine devam eder. Bu çok uzun sürmez.
Hayatının
büyük kısmını geçireceği Hacettepe’yle yolları gene kesişir. Karacabey
Hamamı’nın önündeki yeni evlerinde Ankara Erkek Lisesi orta kısmına devam eder.
Ankara Erkek
Lisesi’ne devam ederken Hüsnü Göksel’in yazılarında ve hayatında önemli
yer tutan Askeri Dikimevi‘nin bulunduğu semtteki Musiki Muallim Mektebine
(sonraki ismiyle KONSERVATUAR) yakın bir eve taşınırlar. Orada oluşan sanatçı
dostlukları onu ömrü boyunca yalnız bırakmayacak, konserlerde, değişik sanatsal
etkinliklerde kendisini gösterecektir.
Yazın
çevrelerine ilk adımını Ankara Erkek Lisesi’nde Orhan Veli, Oktay Rıfat ve
Melih Cevdet Anday’ın çıkarmış olduğu SESİMİZ dergisinde çıkan şiir ve yazıları ile atar.
Hüsnü Göksel,
Ankara Erkek Lisesi’nden yazı yazdığı Sesimiz dergisini çıkartan Orhan Veli’ye
bir şiirle seslenmiştir.
Miras
Orhan Veli'nin
anısına
Dedem bu
şehirde aşık oldu
Eleni'ye
İftardan sonra
Samur kürkünü
giyip gittiği kahvede
Dinlerken
incesazdan
Suzidilârâ
faslını
Ya da dinler
görünürken
Sultan
Mahmut'un tebdil öykülerini
Sahura kadar
Hep
Eleni'yi
düşünürdü
ATATÜRK
1937 yılında
FKB dersleriyle Darülfunun’dan kısa bir süre önce yapılan reformla
dönüştürülmüş üniversiteye başlayan Hüsnü Göksel için 1938 sonbaharı tüm
Türkiye için olduğu gibi çok zor geçer. Ve bir kasım günü Beyazıt Kulesi’ndeki
bayrağın yarıya indirilmesi ile acı haberi alır.
Hüsnü Göksel, Dolmabahçe’den
Karaköy’e yürüyen kortejin önünde Tıp Fakültesi temsilcisi olarak yürüyüşe geçer
ve vapurla boğazı geçtikten sonra katafalkla beraber Anadolu’nun kalbine yüksek
Haydarpaşa merdivenlerini tırmanarak yol alır; çünkü İstanbul bilirdi ki Anadolu olmasaydı var olamazdı, ona ihtiyaç
duymaktaydı. O nedenle merdiven çıkılarak ulaşılmalıydı.
Hacettepe ile
yolları bu üzücü zamanda bile kesişmektedir. Atatürk’ün 21 Kasım 1938 günü Hacettepe
yakınlarındaki Etnoğrafya Müzesi’nde başlayan geçici konukluğu, tanıklık eden
Hüsnü Göksel’in başasistan olarak imzasının olduğu bir yazı ile 15 yıl sonra tamamlanmış
ve ebedi istirahatgahı Anıtkabir’de sonlanmıştır.
"Ama
hepimiz 'Atatürkçüyüz' sevgili Atatürk'üm. Senden korktuğumuz için bir 'şekil Atatürkçülüğü' icat ettik. Olur olmaz
her yere senin adını veriyoruz. Seni öldürürken yine senden güç alıyoruz. Seni
öldürürken bile önümüzdeki kürsüde büstlerin, arkamızdaki duvarlarda resimlerin
eksik olmuyor. (...) Ne yapıyorsak senin adına, senin arkana saklanarak
yapıyoruz. Utanıyorum, Atatürk'üm, söylemeye utanıyorum. Utancım bir mıh gibi
kalbime saplanıyor.". Bundan sonra yazılarımda, konuşmalarımda senden
alıntı yapmayacağım. Davranışlarımda, eylemlerimde seni yanıma almayacağım.
Bundan sonra sensiz olacağım. Sen bana kendini emanet etmedin. Sen bana, benim
gibi bugün hâlâ 20 yaşında olan Mustafa Kemal'lere Cumhuriyeti emanet ettin,
laik Türkiye Cumhuriyeti'ni. Ona sahip çıkacağım. O, benim Cumhuriyetim, benim
laik Cumhuriyetim. Ona sensiz, senden güç almadan, senin gölgene sığınmadan
sahip çıkacağım, koruyacağım onu. Senin yola çıkarken söylediğin gibi 'Dağ
başını duman almış'..."
CEYHUN
ATUF KANSU
İstanbul’daki
Tıp Fakültesi yıllarında Ankaralı öğrencileri bir araya gelmesine öncülük
etmeyi seven Hüsnü Göksel’in o günlerden tanıştıklarından birisi de DÜNYANIN
BÜTÜN ÇİÇEKLERİNİ GETİRİN şiirini hepimizin bildiği Dr.Ceyhun Atuf Kansu’dur. Çocuk
Hastalıkları hekimi olarak yarattığı şiir ve yazılarının yanı sıra Hacettepe’de
birlikte çalışacağı Çocuk Ruh Sağlığı Hekimi Dr. Bahar Gökler’in de babasıdır.
“Çılgınlığın,
kırımın günleridir. 8 Ocak 1976 sabahı Hacettepe Üniversitesi önünde vururlar
Nuray Erenler 'i. Gencecik kız öğrencinin boynuna saplanır kör kurşun. Atatürk
Heykeli önünden rektörlüğe gitmekte olan Prof. Dr. Hüsnü Göksel Yardımına koşar, elleri ve elbiseleri kan kırmızı
olmuştur, Nuray'ın atardamarına bastırır hekim parmağını, yaşam
donmasın diye. Nuray, ölüme birkaç gün direnebilir ancak.”
Ceyhun
Atuf Kansu , o günlerde şu dizelerle dile
getirir, Göksel'in insancı yaklaşımını:
''Sevgili doktor Hüsnü
Tut boyun damarını
Ölümün karanlığına kapa
Sabah ışığına aç gözlerini
Kızımın, bacımın, güzelimin.
Tut ki dolansın daha kan
Mayıs yeli saçlarında
Bir daha açsın kiraz dalı
Işısın kar yıldızı bir daha
Kızımın, bacımın, güzelimin.
Tut ki belki yarın
Bir kan gülüyle dönüp gelecektir.
Bahçesine yaşamanın
Beynin bahar düzeni
Kızımın, bacımın, güzelimin.''
AMERİKA
1956 yılında
doçent olduktan sonra 1 yıl sonra Hüsnü Göksel Amerika’ya gider. Üç yıl
kalacağı bu ülkede çalışmalarını New York’taki Columbia Üniversitesi’nde
sürdürecektir.
Amerika’da iken ayrıca ULUS GAZETESİ’NİN New York
muhabirliğini de üstlenmiştir. Gazeteci
kimliği ve Amerikan Haber Ajansı kartıyla kimselerin gidemeyeceği platformlara
toplantılara girer çıkar.
EDITH PIAF
Amerika’daki
ilginç hatıralarından birisi de Kaldırım Serçesi olarak da tanınan
Edith Piaf ile yaşamış
olduğudur.
Biletinin çok
pahalı olduğunu ama ona rağmen gitmek isteyip de göremediği Edith Piaf ile
ilginç bir şekilde rastlaşır.
“O gece bizim gidemediğimiz konserin yarısında safra kesesi krizi tutmuş.
Bizim hastaneye kaldırmışlar. Acil ameliyata alınmış. Çıkan parça sıraya göre
bana düşmüş. Safra kesesini pensetle kavanozdan
çıkardım. Avucuma aldım. Küçücüktü. Taş doluydu. Güldüm kendi kendime. Her ne
kadar ben Edith Piaf’ı yakından görmeyi çok istemişsem de böyle avucumun içine
alacak kadar yakınlık düşünmemiştim.
İşim bittikten
sonra odasına gittim. Geçmiş olsun dedim. Çok yakından görebilmiştim sonunda
onu.”
YEŞİL AMELİYAT GİYSİLERİ
Amerika’dan
gelirken ameliyathanede hekimlerin ve hastaların giyeceği giysilerin
kullanılacak örtülerin örneklerini alıp getirir. Başasistan iken
ameliyathanelerin dekorasyonu ve aksesuarlarıyla ilgili düşüncesini de fahri
asistan Yüksel Bozer’e açar.
Yüksel Bozer;
yeğeni Yağmur’un Sümerbank Genel Müdür Yardımcısı olduğunu söyler. Kalkıp
birlikte Sümerbank’a giderler. Bize şu kumaştan, şu renkten lazım derler. Kaç
metre diye sorulunca da “30 km.” derler.
Yağmur bey ilk başta biraz şaşırır ama bu kadar ciddi konuşan doktorların
heyecanını da paylaşır ve tüm fabrikaları durdurup yeşil pamuklu kumaş dokunmasına karar
verir. Parasının nereden çıkacağı bile belli olmadan bu idealist çalışmaya
destek verir. Kumaşların hazırlanmasından sonra Hüsnü Göksel Yardımseverler
Derneği’ne gider. Atölyelerde dikilmesi için anlaşır. Sıra bu yapılanların
hastanelerde kullanılmasına gelmiştir. Bu konuda Sağlık Bakanlığı Müsteşarı
Nusret Fişek arkasında durmuş, bu giysi ve örtüleri Türkiye’nin tüm
hastanelerine göndermek üzere almıştır. Herkes çok mutludur. Bütün uzmanlar, asistanlar,
herkes. Yalnız profesörler hoşlanmaz bu işten. Ayrıcalıklarına dokunulmuş gibi
algılarlar konuyu. Ortak bir formayı giymeyi kendilerine yakıştıramayanlar
vardır içlerinde hala. Ama bir süre sonra tüm hastanelerde bu uygulama
rutinleşir. İşte o gün bu gündür Türkiye’deki bütün hastanelerde bu yeşil
ameliyat giysileri, maskeleri ve takımlar kullanılmaktadır.
İKİ
KİŞİYİ KISKANDIM
''İki kişiyi
kıskandım ömrümde. Biri Fred Aster, onun gibi dans edemediğim için; öbürü Anton
Çehov, onun gibi yazamadığım için. 1950'lerin ikinci yarısında, asistan iken
New York Times'ın kitap ekinde Çehov'un İngilizcede yeni yayımlanan bir yapıtı
üzerine bir yazı gördüm. Yapıtın başlığı 'Her doktorun anlatacakları vardır.'
gibi bir şeydi. Çehov'un hekim olduğunu biliyordum, yadırgamadım. Ama bu başlık
bana esin kaynağı oldu. Hekim olarak benim de o zaman henüz çok kısa olan
meslek yaşamımda anlatacak bir şeylerim vardı ve kuşkusuz ilerde de olacaktı.”
Kaynaklar: Dr.Onur Çeçen ve www.ttb.org.tr